Berna Özdermirkan - Ekim 2018
Eskiden daha mı kolaydı çalışmak? Daha az mı yorucuydu? Anne babalarımız işten kaçta gelirdi? Bize daha mı çok vakit ayırırdı yoksa çocuklar kendi kendilerine büyürler miydi zaten? Son birkaç yıldır etrafımıza baktığımızda iş yerinde çalışan insanlarda bir tükenmişlik sendromu var. Kiminle konuşsanız Ege sahillerine yerleşmeyi düşünüyor. Kimi on yıllık kurumsal hayatını bırakıp hayallerinin peşinden gidiyor yaptığı harika gösterilerle hayalini henüz gerçekleştiremeyen birçok çalışana ilham kaynağı oluyor, kimi güneyde bir yerlerde köfteci açıyor kimi pansiyon işletiyor kimi de butik otel. Neden çoğu insan her ay düzenli maaşını aldığı işini bırakıp belirsizliklere yelken açmak istiyor?
Neden yaz bitti diye herkes ağlamaklı geziyor? Tatile doyamıyor. İşe dönmek istemiyor. Geleceğin iş dünyası insanları olan çocuklarımıza bakıyorum, onlarda da benzer bir sendrom. Üç ay boyunca yan gel yat istediğini yap sonra birden hızlı bir okul temposuna ayak uydur. Hemen hemen bütün okullar resmi olarak açılmadan önce açılıp oryantasyon programı düzenliyorlar. Çocuklar tatil sonrası okula alışsın diye. Çalışanların üç ay gibi bir lüksü de yok yaptıkları, yapacakları en fazla üç hafta tatil (bayram tatillerinin de yardımıyla). Çok mu yoruluyoruz ve bıkıyoruz da üç hafta bile yetmiyor ve işe dönmek istemiyoruz.
Yıllardır çalışanlarla çeşitli anketler, birebir görüşmeler, grup görüşmeleri yapıyorum. Takdirdi, kariyer fırsatları idi, eğitimdi, ücret idi bir sürü sorunlar var ama bir işyerinden kaçmak istemek, ayakların geri geri gitmesi, yaz hiç bitmesinler normal değil. Önce gelin hep beraber el ele tutuşalım ve bunun normal olmadığını kabul edelim. Zorla iş yerine getirdiğimiz insanlardan verim beklemek mantıklı değil. Günün yarısını işyerinde geçiriyoruz o zaman keyif alabilmemiz lazım.
Hadi bu son cümle ile başlayalım. Neden günümüzün yarısı iş yerindeyiz? Bunu kim normalleştirdi. Mesai saati bittiğinde masasını terk etmeye çalışan birine hey nereye gidiyorsun diye ilk hangi müdür seslendi? Bulun onu banaJ Ülkemizde yasal olan haftalık çalışma saati Avrupa ülkelerine kıyasla daha fazla. Yasanın ne dediğini bir kenara bırakalım, şirket yöneticilerinin çalışandan en yüksek verimi alabileceği makul bir iş saati planlaması yapması mümkün.
Hepsinden öte şirket yöneticilerince en önem verilmesi gereken konu, işe doğru insanı almak olmalı. İşe aldığınız insanların iş hayatından beklentilerini, hayattaki değerlerini çok iyi anlamak gerekiyor. Çünkü bizi biz yapan değerlerimiz ve bu değerler evde ve iş hayatında değişmiyor. Örneğin en önemli değeri “aile” olan bir çalışan okulun ilk gününde çocuğunun yanında olmak ister, yılsonu gösterisinde orada olmak ister. İş-özel yaşam dengesini önemser. Neden? Daha az çalışmak için mi? Hayır. Ailesine gerektiğinde vakit ayırabilmek için, bunu yapamadığında mutsuz olur, yaz tatili hiç bitmesin ister. Böyle bir günde kafasını işe veremez, alabileceğiniz verimi de zaten alamazsınız. Hâlbuki okulların ilk açıldığı gün yarım gün izin verilse kalan yarım günde inanın bana iki günlük iş bitirebilir. Çocuklardan örnek verdim ama lütfen bekârlar bana kızmasın. Anne olunca aklıma ilk bu örnek geldi. Zaman değişiyor, ihtiyaçlar değişiyor, teknoloji pek çok şeyi mümkün hale getiriyor. Teknolojinin bu güzel imkânlarını kullanmamak mantıklı mı? Esnek çalışma, evden çalışma gibi opsiyonların herkes için olması lazım. Pek çok iş profilinde bütün günün ofiste geçirilmesi zorunlu değil, bir dizüstü bilgisayar ve internet ile işin her yerden görülebileceği iş tanımları mevcut. Düşünsenize, çalışanın haftada bir gün evde sabah kalkıp kahvaltısını edip, kahve ya da çayını alıp yolda hiç vakit harcamadan bilgisayarın başına geçmesi oldukça motive edici olacaktır. Üstelik etrafta kimse olmadığından hiç rahatsız edilmeden iş yerinde iki saatte hazırlayacağı raporu bir saatte hazırlayabilir. Arda kalan zamanlarda farklı bir işe geçebilir. İşi “iş” diye tanımlamadığınızda keyif almaya başlayabilir.
Yıllardır eğitim sisteminden bahsediyor, Finlandiya’yı örnek gösteriyoruz. Biz anne babalar da vay be diye özene bezene izliyoruz. Eğitim sistemindeki eksiklik, çocukların okulu bir zorunluluk, bir külfet gibi görmesine neden oluyor. Hâlbuki her gün yeni bir şeyler öğrenmek, deneyimlemek ne de güzel değil mi? Yeter ki sistem bunu gerçekten verebilsin. O zaman hiçbir çocuk yaz bitti okul başlıyor diye üzülmezdi. Aynı şeyin iş hayatı için de geçerli olduğunu düşünüyorum, işlerimizi keyif alarak, doğru norm kadro ile verimli bir şekilde yapabilirsek, kendimize de zaman ayırabilecek esneklikler olursa tükenmişlik sendromu yaşayan insanların sayısı gittikçe azalacaktır.
Bunu yaratabilmenin ilk adımı “Güven’dir. Çalışan ve işveren arasında güven oluşmadıkça bu noktaya gelebilmek çok zor. Güven, işbirliği, birlikte bir şeyler başarma, başardıkça keyif alma kavramlarına doğru ilerleyen şirketler kazanmaya devam edeceklerdir.
Yukarıda da belirttiğim gibi çalışanları beklenti ve değerlerine göre tanımalısınız, bunlara uygun işlere yönlendirmelisiniz, belli kurallar çerçevesinde de olsa özgürlüklerini yaratmalarına izin vermelisiniz, aksi halde çalışanın aklı işinde değil hayallerinde olacaktır.